Küreselleşme - Toplumsal Sonuçları (Zygmunt Bauman) Kitap Özeti
Not: Kitapları okuyacak olan başka insanlara fikir vermesini sağlamak için ve blogun canlanmasını istediğimden yaptığım bazı ödevleri (genellikle kitap özeti) gözden geçirip buraya atmaya karar verdim. Devamının gelmesini umuyorum, iyi okumalar :)
Feodal
toplumlar döneminde, toprak sahibi derebeyleri ile onların maiyetinde çalışan
vassallar arasında bir hiyerarşi ve tahakküm ilişkisi bulunmaktaydı. Küreselleşme
fenomeni, feodal dönemdeki derebeyi-vassal arasındaki sınıfsal farkı ‘mekâna
bağımlılık’ üzerinden daha da derin hale getirmiştir. Derebeyleri her ne kadar
toprağın mülkiyetini elinde bulundurma ve vassal üzerinde tahakküm kurma
hakkına sahip olsa da toprağa yani yerel olana sıkı sıkıya bağlıydı ve bu
bağlılık vassal için is istikrarını güvence altına alabiliyordu. Günümüzde ise
yeni derebeyleri olarak niteleyebileceğimiz sermaye sınıfı ticaret oyununu tüm
dünya üzerinde oynadığı için herhangi bir mekâna bağlı değildir ve bir tehdit
gördüğünde veya strateji değiştirmek istediğinde yaptığı yatırımı geri çekip
ortadan kaybolabilir. Bu yatırıma bağlı olarak evine ekmek götüren, hayatını
idame ettiren, ‘yerel’ olana bağımlı ve bağlı olan sınıf ise kendi iradesi
dışında gerçekleşen olaylardan ötürü her daim bir tedirginlik hali içindedir.
Evet, belki bugün bir işi ve ay sonu cebine giren bir parası vardır ama
piyasanın dinamik yapısı, yatırımcının çıkarına ters düşen herhangi bir durumda
gidebilecek olması onun gelecekteki konumunu hiçbir zaman teminat altına
alamamasına sebep olmaktadır. Bu minvalde “Bir şirket, ne çalışanlarına, ne tedarikçilerine ne de kurulduğu
yöreye aittir; ona yatırım yapan insanlara aittir,” sözü günümüzdeki sistemi
anlatması açısından doğru bir noktaya parmak basmaktadır.
Bu yatırımcılar kimseye karşı
sorumlu değildir, yerel olana sıkışmış olanlara karşı ise bırakın sorumluluğu
muhatap olma durumu bile söz konusu değildir. Günümüz dünyasında seçkinliğin
kıstası, mekâna bağlı olmamak, mekânın olumsuz özelliklerinden etkilenmemektir.
Onların evi hem her yerdir hem de hiçbir yerdir. Bu sebeple uzak-yakın zıtlığı
onların zihninde mekânsal bir anlam ifade etmez. Bir mekanın fiziksel uzaklığı
sadece yerliler için önemlidir.
Seçkinlerin ikamet ettiği yerler de
‘yerellikten sıyrılmak’ üzerine tasarlanmıştır. Seçici geçirgen olan ve belli
şartları taşımayan kişilerin (seçkin olmayan) kişilerin giremediği bu mekânlarda
yaşayan seçkinler hareket kabiliyetlerinin genişliğinin verdiği keyfi burada da
yaşarlar. Aşağı tabakada olanlar ise ‘varoş’ diye tabir edilen yerlerde, demir
kapılar ve güvenlik sistemleriyle ‘dış dünyaya kilitlenmiş’ bir vaziyette yaşamlarını
sürdürürler.
Seçkinler
ise hem yerellikten mekân olarak sıyrılmış, hem de World Wide Web sayesinde tüm
dünyayla etkileşim kurma şansına sahip olmuştur. (Kitabın, internetin tabana
indiği dönemlerden önce, 1999 yılında yazılmış olması sebebiyle yazarın
dünyasında internet, ‘seçkinlerin lüksü’ olarak yorumlanmıştır.) Yerellikle
ilişiğini kesen seçkin, küresel olanla kurduğu ilişki sonucunda kendisini
isteyerek kapattığı güvenlikli sitesinde özgürlüğün tadını çıkarmaktadır.
“Zamansal-mekânsal mesafelerin teknoloji vasıtasıyla
sıfırlanması, insanlık durumunu homojenleştirmekten çok, kutuplaştırma
eğilimindedir.” Geleneksel toplumda normların oluşturulduğu, farklı fikirlerde
insanların buluşup çatışan tezlerinden yeni sentezler yarattığı buluşma yerleri
ağ toplumu çağında ortadan kalkmış ve herkesin kendi gibi düşünen insanlar ile
muhatap olduğu bir sosyal atmosfer yaratmıştır. Bauman’ın, bu satırları henüz
20. yüzyılda yazdığını göz önünde bulunduracak olursa bu noktada oldukça ileri
görüşlü bir tespitte bulunduğunu söyleyebiliriz. Bugün sosyal medya, her ne
kadar çıkış noktası olarak çok sesliliği ve ifade özgürlüğünü sağlama
iddiasıyla ortaya çıkmış olsa da, ‘yankı odalarında’ hapsolmuş, farklılıkların
birbiriyle ancak anlaşmazlıklar bağlamında muhatap olduğu ve sosyal normların
yaratıldığı değil, her grubun kendi gerçekliğini doğruladığı platformlar olma
noktasından pek de ileri gidememiştir.
İkinci bölümde devletlerin, karar vericilerin düzen
arayışları ve yerli kültürlere has dünyayı anlama metotlarını ortadan
kaldırmaya yönelik çabaları üzerinde durulmuştur. Bir varlığın her boyutunun
ölçümü noktasında tek bir geçerli ölçüm sisteminin yaratılıp geri kalanların
ortadan kaldırılması, yerel halkın kendini ifade edememesi ve bu ifade
eksikliği sebebiyle kültür kaybına uğramasına değinilmiştir.
![]() |
Zygmunt Bauman (1925-2017) |
Bunun yanında distopya tasarlayıcıların, tek bir düzenin hâkimiyetini
yeğleyen mimarların oluşturmak istediği mekânların -ve buna bağlı olarak
toplumların- gerçekleştirilmesi zor olsalar da sorunların çözümünden ziyade
yeni sorunlar yaratacağı belirtilmiştir. Tüm caddelerin ve evlerin birbirinin
aynısı olduğu, hiçbir boşluk bırakmayan bir tek anlamlılık, hiçbir tesadüfi
karşılaşma ve belirsizliğe yer vermeyen, mekanik, sorunların ortaya çıkmasına imkân
bulunmayan şehirlerin mutluluk getirmesi düşünülemez. Çünkü mutluluk sorunların
sıfırlanması değildir. İnsanın yanlış bir şey yapma imkânının elinden alınması
doğruluğu da ortadan kaldırır. Yapay mekânların kimliksiz tekdüzeliği,
sorumluluk hissini ortadan kaldırır ve insanı insan yapan özelliklerden biri
olan özgür iradenin bir işlevinin kalmamasıyla mutsuzluğu yok etmek isterken
mutluluğu da cebinden düşüren bir insanlık ortaya çıkmış olur.
Bugünün şehir toplumunun özelliklerinden biri de eski
çağlarda şehri koruması için yapılan korunaklı kalelerin artık her bir evde
yapılmasıdır. Dışarıda olanın güvensizliği herkes için bir tehdit
oluşturmaktadır ve bu güvensizlik insanları evlerinin çok iyi korumasına
ihtiyaçları olduğu fikrini beraberinde getirmiştir.
Küreselleşmenin tabağımıza koyduğu tartışmalardan biri de
ulus devletlerin ortadan kalkıp kalkmadığıdır. Her ne kadar ulus devletler
varlıklarını sürdürseler de, ekonomik düzenin sermaye sınıfının hareketlerine
bağlı olması ve bu sermaye sınıfının da artık bir ulusa bağımlı olmaması,
(bknz. çok uluslu veya uluslar üstü şirketler) ulus devletin bir aktör olarak
sönümlendiğini gösterir. Fakat bugünün dünyasındaki düzenin yeni ve hâkim bir
aktörü konumunda ise kimse bulunmadığı için bir Yeni Dünya Düzensizliği (New
World Disorder) ile karşı karşıya kalıyoruz. Kontrol artık kimsenin elinde
değil (bknz. 'Emniyeti arayın, kimse emniyette değil'), piyasanın bilinmezliği tüm aktörler için geçerli ve faillerin zayıflığı
eskiye göre çok daha net bir şekilde hissediliyor. Bunun ötesinde, aktörlerin
birbiriyle uyumlu davranması için gerekli bir mutabık olma durumu da
olmadığından, gelecek belirsizliklerle dolu oluyor. Kesinliklerin ortadan
kalktığı, hakikatin parçalandığı ve gerçeğin ona inananlar ölçüsünde değeri
olduğu post modern çağın da bundaki etkisi inkâr edilemez.
Günümüz toplumunun tüketim toplumu olarak anılmasının
sebebi, çok fazla tüketmesi değil, toplum üyelerinin her şeyden önce birer
tüketici olarak değerlendirilmesi ve bu rolü oynama kabiliyetine göre işlev
yüklemesidir. Düzeni sağlayan en önemli unsurun bireylerin tüketmesine bağlı
olması bunun sebebidir. Kitabın konusu olmasa da bugün sosyal ağları ücretsiz
kullanmamızın sebebi bile, sanal ortamdaki ayak izlerimiz üzerinden satın
alacağımız ürünlerin/hizmetlerin tahmin edilebiliyor ve reklamların ona göre
karşımıza çıkıyor oluşudur. Bu tüketme isteğinin sürekli, doyurulmaz ve tatmin
edilemez olması da önem arz eder. Arzunun amacı tatmin değil, yeni arzular
olmalıdır. İdeal tüketici budur. Arzuladığımız metalara ulaşma konusunda seçme
hakkımızın olması ise bize özgür irade illüzyonu sağlar, istediğimiz ürünü
bırakıp istediğimizi alabiliriz. Ama bu noktada gözden kaçırılan bir nokta
vardır: İstediğimizi seçebiliriz, ama seçmemeyi seçemeyiz. Her halükarda
tüketiciyiz.
Tüketim toplumunda tüketiciler, hareket kabiliyetlerine
göre ikiye ayrılır: yukarıdakiler ve aşağıdakiler. Bu sınıflandırma ilk bölümdeki
yerele tıkılıp kalan insanlarla küresel dünyaya ait olan seçkinler arasındaki
farkın başka bir tezahürüdür. Yukarıdakiler, bir mekâna bağlı değildir ve
dünyanın pek çok yeri onların rahatını sağlama konusunda isteklerini karşılar.
Zaten küreselleşme mekânları da birbirine benzettiği için benzer pratiklerle
farklı yerlerde kolayca yaşayabilirler. Aşağıdakiler de hareket etmiyor
değildir ama onların hareketi zorunlu ve kendi rızaları dışında gerçekleşir.
Bir çeşit ‘yeryüzünün ayakları altından çekilmesi’ durumu söz konusudur. Bu iki
tip de göçebedir ama arada derin sınıfsal farklar bulunur.
Toplumlar kendi normlarına uymayanları (hastalar, ruhsal
problemi olanlar, suçlular) toplumun dışına atarlar. Hapis, farklılığa karşı
içgüdüsel bir tepkidir ve bir çeşit güvenlik hissi sağlar çünkü bir mikrobun
vücuttan atılması gibi zararlı olanın mekânsal ayırmaya tabi tutulması söz
konusudur. Her ne kadar hapsin mahkûmlar için rehabilite işlevi gördüğü
savunulsa da istatistikler bu durumun hiç de öyle olmadığını kanıtlat
niteliktedir. Sürekli yeni hapishaneler inşa edilmekte, sabıkalı insanların
toplumdaki oranı her geçen yıl artmaktadır. Bu durum gelişmiş veya gelişmemiş
ülkelerde farklılık göstermez.
Ceza sistemi esasında toplumun tabanına bir darbedir.
Çünkü seçkinler sınıfının yasaya aykırı yaptığı işlerin cezalandırılması, aşağı
tabakadan birine göre çok daha zordur. Her şeyden önce seçkinler sınıfı,
suçlarını örtbas etmek için garantili yollara sahiptir. Haksız kazançla elde
ettikleri gelirleri sıradan şirket işlerinin arasına saklayıp kolayca
aklayabilirler. Bir yankesicinin yaptığı hırsızlık somut ve kanıtlanabilirken, büyük
halk kitlelerini soymak ‘serbest ticaret’ adı altında rasyonelleştirildiği için
legalleşmiştir.
Dahası seçkinler oyunu yerel değil küresel arenada
oynadığı için ulus devletlerin yasaklamalarından kendilerini muaf tutabilirler.
Herhangi bir soruşturma veya tehdit durumunda ortadan kolayca kaybolabilirler
veya olayı uluslar üstü boyuta taşıyarak yerel kanunlardan münezzeh bir konum
elde edebilirler.
Hapishane, rehabilitasyon özelliği olmamasının daha da
ötesinde bir ‘suç okulu’ niteliği kazanmaktadır. Hapishanede yatanlar,
dışarıdaki yaşama ait pratikleri kaybetme, gündelik hayatın kural ve
gerekliliklerini becerememe ve hapishane kültürü kazanma noktasında bir değişim
gösterirler. Bu sebeple hapse girdikleri zamana kıyasla suça daha da elverişli
biri olup çıkarlar.
Dahası bu değişim toplum/sistem/otorite tarafından da desteklenir. Mahkûm olan kişiye yönelik simgesel ret ve fiziksel dışlama sonucunda kişi toplumsal bakımdan kusurlu ve aşağılık olduğu kabullenmek yerine retçilerini reddetmeyi tercih eder. İnsan zihni içine düştüğü bilişsel çelişkileri kendi benlik saygısı lehine çözmeye daha elverişlidir. Bu sebeple mahkûmlar ellerindeki en büyük kozu ‘tedirgin etme gücünü’ devreye sokar çünkü başka türlü kendini gösterme imkânı kalmamıştır. Bu da suç davranışının yinelenmesine sebep olur. Bu senaryo da toplumun aşağı tabakasının giderek daha fazla suçlulukla bağdaştırılmasına neden olur. Kendini gerçekleştiren kehanetin fasit dairesi böylece tamamlanır.
Yorumlar
Yorum Gönder