Deli Deli Küpeli (1986) Filmi Işığında Toplumsal Eşkiyalık Kavramı
Cevat Fehmi Başkut’un ‘Buzlar
Çözülmeden’ oyununun bir uyarlaması olan Deli Deli Küpeli filmi,
hukuk, siyaset ve bürokrasi kavramları üzerine izleyiciyi düşünmeye sevk
etmesinin yanında ironik mizah anlayışının özgün bir örneğini oluşturmasıyla da
sinemamızda kendine has bir yer edinmiştir.
Film, izleyiciye buzlarla
kaplı, adaletsizliğin hüküm sürdüğü, halkın genelinin küçük bir azınlık dışında
hayat standardının düşük olduğu bir kasabanın hikayesini anlatır. Halk;
karaborsacı tüccarlar, zalim tefeciler ve acımasız eşkıyaların arasında ne
yapacağını bilemez halde kalakalmıştır. Tek ümitleri ilçenin bir an önce yeni
kaymakamına kavuşması ve devletin elinin sorunlara çözüm olmasıdır. Ama
yollarının hiç de sağlam olmadığı bu ilçe buzlarla kaplı olduğundan uzun
süredir kasabaya ne gelen vardır ne de giden…
Devletin de unuttuğu bu
kasabada halktan birkaç kişi tüccar Hacı Karamuratoğlu’nun yazıhanesinin önünde toplanıp tüccardan
çürük malları fahiş fiyatlara sattığı için hesap sormaya kalkar. Üstelik
kasabanın toptancısı konumundaki bu adam at ve eşek etini de kestirip kasaplara
satmaktadır. Hacı Karamuratoğlu, eşkıya Yılanoğlu ile kasabalıyı bastırması
için para karşılığında anlaşır. Bu anlaşmadan sonra Yılanoğlu, köy kahvesini
basıp tüccara karşı gelenlerden birini evire çevire döver. Ama esas manidar
olan nokta döverken söyledikleridir:
- Anarşik misiniz, insan namusuyla para
kazanamayacak mı bu memlekette?
- Senin gibi eşkıyalar bozuyor bu memleketi.
- Siz siz olun, anarşike eşkıyaya kanmayın.
Yılanoğlu’nun bu sahnede
söyledikleri esasında çok sağlam bir ironiyi içerisinde barındırır. Hakkını
aramak anarşistlik, hakkını arayanı cezalandırmak ise namusu korumak olmuştur.
Kendisi eşkıya olduğu halde kasabalılara eşkıya demesi de bu ironinin bir
parçasıdır. Senaristin bu sahnede vermek istediği mesaj ise adaletin olmadığı
yerde zorbanın kurallarının işleyeceği ve güçsüz olanın daima ezilmeye mahkum
olacağıdır.
Yılanoğlu’nun replikleri
ayrıca ‘kaygan zemin safsatası’ denen düşünme yanlılığına da iyi bir örnek
teşkil eder (Uyar, 2019) . Ekonominin sermaye
sınıfına dayalı kapitalist bir sistem içerisinde işlediği bir ortamda sisteme
yönelik en küçük bir eleştiri ‘anarşizm’ çerçevesinde yorumlanarak aradaki gri
noktalar ortadan kaldırılmış ve kasaba halkını aslında var olmayan iki kesin
sonuçtan birine mahkum etmiştir: Sesinizi çıkarmayın yoksa bozguncu oldunuz
demektir.
Filmdeki ironik
göndermeler bunlarla da sınırlı değildir. Tüm kasaba halkına yüksek faizle borç
verip arazilerine el koyan Mahmut Ağa’nın dükkanının ismi ‘Doğruluk Ticaret’
iken, halka karşı zenginlerin haklarını (!) korumayı kendisine ilke edinmiş
arkası sağlam avukatımızın ismi ise Şeref Haktanır’dır.
Adalete aç ve ümitsizce
kaymakamın gelişini bekleyen bu kasabaya bir gün sevindirici haber gelir. Yeni
kaymakam gelmiş ve makamına geçmiştir. Fakat bilmedikleri bir şey vardır.
Aslında gelen yeni kaymakam tımarhaneden kaçmış iki delidir. Üşüdükleri için
kaymakamlık binasına sığınmışlardır. Bu deliler halktan da güç alarak
kendilerini kaymakam ve hakim olarak tanıtırlar ve hemen çalışmalara
koyulurlar.
Çakma kaymakam ve hakim
kasaba esnafını dolaşırken halkın her anlamda ne kadar zor durumda olduğunu ve
esnafın ürünleri fahiş fiyatlarla sattığını gözlemlerler. Kaymakamımızın bu
konudaki ilk icraati ekmek ve odun fiyatlarını düşürmek ve sabit tutmak
olmuştur. Tek fiyat politikasını benimsemesi kahramanımızın serbest piyasa
anlayışına sahip olmadığını gösterir. Öte yandan zamların kaynağının toptancı
Hacı Karamuratoğlu olduğunu öğrenen kaymakamımız, soluğu onun yazıhanesinde
alır ve hesap sorar.
Tüccar Hacı Karamuratoğlu
istifçilik, kara borsacılık ve halka çürük mal sattığı gerekçesi ile idama
mahkum edilir. İdam tam gerçekleşecekken hakimimiz kaymakamı durdurarak ‘Böyle
olmaz, bir mahkeme kuralım. Sen istedikten sonra ben yine asarım’ diyerek
yargısız infaza engel olur.
Mahkeme sahnesinde ise
sağlam bir hukuk eleştirisi göze çarpmaktadır. Hakimimiz ve kaymakamımız
mahkemenin ortasında ayağa kalkıp oynamaya başlarlar ve konuyla alakasız
sebeplerden dolayı tüccarın cezasına keyfi eklemeler yaparlar: “Samsunlu musun?
Ben Fenerliyim, bize dört çekersiniz ha, cezanı 10 yıl daha arttırıyorum.”
Burada mahkemenin ‘zaten
belli olan bir hükmün uygulanması için kurulmuş gereksiz bir prosedür’ olarak
sunulması aslında hukuk sistemine yönelik bir eleştiri olarak da ele
alınabilir. Eğer ortada herkes için bağlayıcı kanunlar bulunmuyorsa, kanunlar
yargılanan insana göre değişkenlik arz ediyorsa, bir insanın beraat etmesinin
veya ceza almasının adalet açısından pek bir önemi yoktur. Hukukun keyfi
işlemesi adaleti ortadan kaldırır.
Diğer bir eleştiri ise
zaten adaletin bulunmadığı bir kasabaya mahkeme kurulamayacağıdır. Filmin
başında halkı kandıran tüccarı, zorbalıkla işini gören eşkıyayı cezalandıracak
bir kurum ortada yok iken, şimdi de kanunsuz iş yapıyor diye yalancı kaymakamı
ve hakimi garipseyemeyiz. Sonraki sahnede, hukuksuz işler yaptığı için hakimi suçlayan
Avukat Şeref Haktanır’ın itirazı da bu bağlamda yersizdir.
Öte yandan bu deli
kaymakamın tam bir diktatör prototipi çizdiği de filmde açıkça belli
edilmiştir. Halk da dahil herkese emir verme yetkisini kendinde görmekte ve
aynı zamanda halkın tarafında olduğu için çok sevilmektedir. Bir gün köy
kahvesine girip ‘boş boş oturacağınıza elinize kazma kürek alıp yolları açın,
çocuklar okula gidemiyor’ diye kasabalıyı bir süre çalıştırır. Bu hareketi bir
çeşit ‘halk için ve halk ile’ mottosunu benimsediğinin bir göstergesidir.
Her ne kadar diktatör bir
yönetim sergilese de deli kaymakamımız günbegün bir deftere icraatlarını ve
kasabanın durumu ile ilgili notlar alarak buzlar çözüldükten sonra gelecek
gerçek kaymakam için hazırlık yapmaktadır. Kendi yönetimini mutlak devamlı
olarak görmeyip hali hazırdaki dikta yönetimini bir geçiş süreci olarak
yorumlayamakta ve son tahlilde devletin kasabayı mümessilleri aracılığıyla
yönetmesi gerektiğini düşünmektedir.
Kaymakam ve hakim
kasabayı ihya ededursun, artık istediği gibi at oynatamayan avukat, tefeci,
tüccar üçlüsü türlü planlarla kaymakamı alt etmeye yeltenir. Önce rüşvet teklif
ederler, daha sonraları kaymakamı baştan çıkarıp şantaj yaptırması için bir
kadınla anlaşırlar. Onlar planlarında başarısız oldukça kaymakamın konumu daha
da güçlenmekte, kendileri ise kasaba üzerinde etkilerini yitirmektedirler.
Bizim kaymakam, kötülük
üçgenini iyiden iyiye pasifize etmiş, onlarla barış yemeği yemeye çıkmıştır.
Ama yine de kendisiyle uğraşılmayacağı mesajını vermekten geri durmaz. Bu
fırsatçı dostlarına ikram olarak, Hacı Karamuratoğlunun mezbahasından aldığı
etleri ikram eder. Etin at ve eşek eti olması dışında bir sorun yoktur. Bu
sahneden izleyici olarak üzerimize almamız gereken hisse ise ‘başkasına neyi
layık görüyorsan sen de ona layıksındır’ mesajıdır.
Düştükleri bu komik
durumdan hiç de memnun olmayan kötülük üçgeni en son çare olarak eşkıya
Yılanoğlu’nu devreye sokarlar. Yüklü bir miktar para karşılığında kaymakamı
öldürmesi için onunla anlaşırlar. Ama bu planlarında da muvaffak olamazlar.
Yılanoğlu’nun suikast girişiminde kaymakam değil, kaymakamın en sadık
destekçisi Deli Çavuş ölür.
Bu noktadan sonra filmin
kötü adamları taraf değiştirirler. Çünkü Yılanoğlu kaymakamı öldürememiştir ama
şimdi kendisini ele vermemesi için bu üç kötü adamın icabına bakabilir. Onlar
da bunun farkında oldukları için Deli Çavuşun cenazesinde kaymakama
Yılanoğlu’nun saklandığı yeri bildiklerini söylerler. Deli Çavuşun intikamını
almak isteyen kaymakam ise hiç düşünmeden ‘öyleyse gidelim de alalım şu
eşkıyayı’ der. Bu sahnede izleyiciye ne kötülük ederseniz edin, yine de son
tahlilde legal olandan medet umacağınız mesajı verilir.
Ama bizim deli kaymakamın
başka planları da vardır. Yılanoğlu’nun etrafını sardıklarında avukat, tefeci
ve tüccara da aynı kendisi gibi kaymakam kıyafeti giydirir. Uzaktan hepsi de
kaymakama benzemektedir. Ve bu üçünü de sırayla Yılanoğlu’nun önüne sürer. Yılanoğlu
onları kaymakam sanarak vurur ama bu vuruldukça çoğalan, kurşun işlemeyen
keramet sahibi adama karşı yapılacak bir şey olmadığından önce adamları
kendisini terk eder, sonra da bizim deli kaymakam tarafından vurulur.
Yılanoğlu’nun önüne yem
olarak sunulmadan önce Avukat Şeref Bey ile bizim kaymakam arasında geçen
diyalog da oldukça manidardır:
- Bak Kaymakam Bey, bu 12 Eylül geçer gider.
Şerefli partim benim sözümden çıkmaz. Seni vali yaparız, bakan, hatta başbakan
bile yaparız.
- Daha büyük bir şey yapar mısınız beni?
- Yaparız!
- Peygamber de yapar mısınız?
- Yaparız!
- Sus, sahtekar köpek! Bunlar menfaatleri
için her haltı yerler!
Menfaat için dinin de çok
kolay istismar edilebildiğini göstermesi açısından bu diyalog, tüm toplum için
bir uyarı niteliği taşımaktadır.
Filmin sonunda hem
Yılanoğlu, hem de kasabanın başına bela olanlar dersini alır ve artık kasabanın
önünde hiçbir engel kalmamıştır. Tam bu sırada yollar da açılır ve esas
kaymakam kasabaya gelir. Gerçek kaymakamın geldiğini gören bizim deliler
çaktırmadan kasabadan giderler. Bizim deli kaymakama aşık olan Hatice de
onlarla birlikte kaçar. Kahramanlarımızın şimdiki hedefi ise karla kaplı başka
bir köye sığınmaktır. Kim bilir, belki başka kasabaları da kurtarırlar.
Tarihçi Eric Hobshawm,
eşkıyalık kavramının kapsamını genişletir ve ‘toplumsal eşkıyalık’ diye yeni
bir kavram ortaya atar. Toplumsal eşkıyalık, devlet veya otorite tarafından
suçlu sayılan ama köylü toplumu içerisinde varlığını sürdüren, köylüler
tarafından sevilen, adalet için dövüştüğüne inanılan eşkıyaları tanımlamak için
ortaya atılmış bir kavramdır. Dinç’in (2018)
makalesinde ise Kemal Sunal filmleri eşkıyalık teması üzerinden incelenmiş, bu
filmde de eşkıya Yılanoğlu karakteri ele alınmıştır. Makalede Yılanoğlu
toplumsal eşkıyalık kategorisinin dışında değerlendirilmiştir. Halk için değil
para için savaşan bu karakter, toplumsal eşkıyalık kavramı için uygun bir örnek
değildir.
Ben ise toplumsal
eşkıyalık kavramını Deli Kaymakam üzerinden ele alacağım. Hobshawm’ın toplumsal
eşkıyaların (diğer ismiyle soylu soyguncular) dokuz özelliği aşağıda
sıralanmıştır:
“Her şeyden önce soylu
soyguncu, kanun kaçaklığı yaşantısına, bir suç işleyerek değil ama bir
adaletsizliğin kurbanı olarak ya da halkın göreneklerine göre bir
suç oluşturmayan ama otoritelerin suç kabul ettiği bir eylemde bulunmaktan
dolayı zulüm görerek başlar.
İkinci aşamada o
yanlışlığı düzeltir.
Üçüncüsü o, “zenginden
yoksula vermek için alır”.
Dördüncüsü, o “yalnızca kendini
savunmak veya intikam almak için adam öldürür.”
Beşincisi, eğer ömrü vefa
ederse halkına şerefli bir vatandaş olarak geri döner. Aslında
topluluğunu hiçbir zaman fiilen terk etmez.
Altıncısı, halkı ona
hayranlık duyar, yardım eder ve onu destekler.
Yedincisi, o da herkes
gibi bir gün ölür, ama topluluğun hiçbir namuslu üyesi ona karşı
otoritelerle işbirliğine girmeyeceğine göre ölümü ihanet yüzündendir.
Sekizincisi o – en
azından teoride – görünmez ve efsunludur.
Dokuzuncusu, adaletin kaynağı
olan kralın veya imparatorun değil, ama yalnızca yerel
“gentry”nin, (seçkinlerin) rahiplerin veya diğer zalimlerin düşmanıdır”
(Hobsbawm, 1997: 43).
Her şeyden önce kaymakamımızın
haksızlıklarla baş ederken -belki de akıl sağlığı yerinde olmadığı için- hiçbir
sınırı, kısıtlamayı kabul etmemesi eşkıyavari bir karaktere sahip olduğunu gösterir.
Belki de elinde kapı gibi deli raporu olduğu için en kötü ihtimalle geldiği
yere, akıl hastanesine gönderileceğini bildiği için kasabada yaptığı hiçbir
icraatte ‘acaba başıma bir bela gelir mi’ diye düşünmemiş ve alınabilecek tüm
riskleri almıştır.
Amacının zenginden alıp yoksula
vermek olduğu net bir şekilde belli olan kaymakamımızın icraatlarından biri de
kasaba zenginlerinden yüklü miktarda para toplaması olmuştur. Karşı çıkıldığında
ise ‘devlet de hükümet de benim, halk hayvanlarını derede yıkıyor, aynı derede
kendi de yıkanıyor. Bu kasaba halkını hayvanlardan ayırma vakti geldi’ diyerek tek
derdinin halk olduğunu da göstermiştir.
Kaymakamla ve de hakimle
ilgili ilginç bir nokta da film süresince ikisinin de ismini bilmiyor
oluşumuzdur. Karakterlerin isminin olmaması, onların fiziki varlıklarının
ötesinde halkın isteklerinin, arzularının bir yansıması olmasını göstermesiyle
birlikte efsunlu bir varoluşa sahip olduklarını göstermektedir. Muhtemelen
köyden ayrıldıktan sonra da nesiller boyu dilden dile yayılacak efsanelerin
konusu olacaklardır.
Bu dokuz özellikten bağımsız
şekilde kaymakamımızın bir ilginç özelliği ise kişisel menfaatlerinin peşinde
koşmayı hiç düşünmemesidir. Eğer isteseydi kendisine teklif edilen rüşveti
kabul ederek veya son sahnede avukatın can havliyle verdiği tavizleri
kullanarak (seni başbakan bile yaparız) konumunu yükseltebilirdi. Ama bu yükselişin
bedelini halkını tekrar sefalete mahkum ederek ödemiş olurdu. Bu alışveriş bir
soylu soyguncuya yakışmazdı. Öte yandan kasabaya geldiği ilk andan beri
kendisinden hoşlandığını belli eden Hatice’ye de, kendisi de aşık olmasına
rağmen, son sahneye kadar hiç karşılık vermedi. Belki sahip olduğu makamı
kullanarak bir aşk yaşamayı kendi ilkeleriyle bağdaştıramadı. Belki de akli
dengesi yerinde olmayan biri olduğu için kendine bu konuda güvenemedi. Ama yine
de son sahnede Hatice zorla peşlerine takılana kadar bu aşka bir karşılık
vermemişti.
(Sonnot: Dinç’in (2018)
makalesinde Yılanoğlu’nun filmin sonunda öldüğü yazmaktadır fakat Yılanoğlu ölmemiş.
Hastaneye kaldırılarak kurtarılmıştır.)
Yararlandığım Kaynaklar
Dinç, M.
(2018, 12 12). İsyanın Mizahı: Hobsbawm’ın Toplumsal Eşkıyalık Tanımı Ve
Kemal Sunal Filmleri. Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, 11(24), s.
73-90.
Uyar, T. (2019). Safsatalar. İstanbul:
Destek.
Musta sen yaz lütfen . Hep yaz. Hep izle. Biz de okuyalım
YanıtlaSil