Film İnceleme: Recep İvedik 6
Dün akşam ve ondan önceki akşam olmak üzere iki gece üst üste, iki farklı arkadaşımla sinemaya film izlemeye gittim. Dün gittiğim film Cannes'da ödül almış, Kore yapımı bir filmdi. Önceki gün ise Recep İvedik 6'ya gitmiştim. Şimdi biraz Recep İvedik 6 hakkında birkaç fikir kırıntısı karalayacağım.
Kahramanımız Recep babaannesinden kalma evinde, ondan kalan parayla yaşamını sürdürürken bir gün kapısı çalar ve Karaambar Kamyoncular Derneği'nin düzenlediği kuru fasulye şenliğine davet edildiğini öğrenir ve bu davet Recep'i oldukça sevindirir. Recep hiç vakit kaybetmeden bu sevincini en yakın arkadaşı Nurullah'la paylaşır ve kendisine eşlik etmesini ister.
Nurullah başta çeşitli bahanelerle gelmek istemediğini belirtse de sonunda arkadaşını yalnız bırakmak istemez, Recep'le Konya'ya gitmeyi kabul eder. Nurullah'ın içinde bulunduğu çatışma üzerinden yönetmen esasında postmodern dünyada bireyin özgürleşme çabalarının sonuçsuz kalışını ve yine belli ölçülerde bir şeylere tutsak olacağını izleyiciye inceden sezdirir. Birey arkadaşlarını seçer, seçemediği ögelerin baskısından kurtulmak adına istediği şeyleri yapabileceği insanlarla yakın ilişkiler kurar ama bir süre sonra dostlarının da kendisini bir tahakküm aracı olarak görebileceğini fark eder. Yine de bu ilişkilerden çıkamaz. İnsan özgür hissetmek için bile diğerlerine muhtaçtır ve bu dilemma bireyi çıkmaza sürükler.
Nurullah'ın teklifi kabul etmesinin ardından Konya seyahatinin planlanmasına geçilmiştir. Ve bu iş için Nurullah tur şirketinde çalışan yeğenini arar. Yeğeni Konya'yı Kenya olarak algılayıp Recep ve Nurullah'a bir Kenya seyahati planlar. Bu süreçte Kenya'ya giderken uygulanan belli prosedürler devreye konur: pasaport hazırlama, aşı olma, uçak seyahatinin uzunluğu vs. Ama kahramanlarımız yine de bir yanlışlık olduğunun farkına varmazlar. İşte bu nokta yönetmenin filmde birkaç defa daha değindiği paradigma körlüğü meselesine yapılmış bir göndermedir. Kahramanlarımız tüm gariplikleri mantıklı olduklarını düşündükleri bir noktaya bağlarlar. Pasaportun istenmesini 'OHAL var, devlet güvenlik sebebiyle istemiş olabilir' diyerek akla yatkın bir hale getirirler. İnsanların çoğu da böyledir işte. Bir resme bakarlar ve resimde sadece kendi inanç ve düşüncelerini doğrulayacak noktalarla ilgilenirler. Sözgelimi bir dindara göre pek çok şey kıyamet alametiyken bir marksiste göre her şey proleter devrim ile sonuçlanacak bir sürecin doğal sebepleridir.
Kahramanımız Recep havalimanında aşı olma sırasında aşıdan korktuğunu fazlaca belli etmiştir ve bir ilkokul çocuğu gibi ağlamıştır. Fakat bu karakterimizin filmin ileriki sahnelerinde bir pitonla güreştiğini veya ateşin üstünde yürüdüğünü de görürüz. Havalimanındaki hemşireler Recep'in dünyadaki en korkak insan olduğunu düşünürken onun ateş üstünde yürüdüğüne şahit olanlar ne kadar cesur biri olduğunu hayranlıkla ifade etmişlerdir. Bu durum hem diyalektik çıkarımlar yaparken daha dikkatli olmamız gerektiğini ortaya koymakla beraber cesaret ile ilgili genel kanının kırılmasını sağlamaktadır. Diyalektik açısından bakacak olursak cesaret ve korkaklık birbirinin zıttı olan iki kavramdır. Ama öznel bir bakış açısı birinin korkak mı yoksa cesur mu olduğunu teşhis etmede başarılı olduğunu zannetmesine rağmen başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Mesnevi'de de geçen meşhur fil hikayesinde denildiği gibi bir varlığın o an hangi yönüyle meşgul etseniz onu hakikat bellersiniz ve hata yaparsınız. Halbuki gestalt psikolojisinin de temel düsturunda ifade edildiği gibi 'bütün, parçaların toplamından farklıdır.'
Cesaret sorgulanması gereken bir kavramdır ve yönetmen bu sorgulamayı Recep karakterini kullanarak izleyiciye aktarır. Ünlü bir bilgenin de dediği gibi, 'cesaret bütün korkulara rağmen bilinmeyene adım atmaktır.' Recep karakteri yılanla mücadele ederken de düşman kabilenin ovasını basarken de korkusuz bir ruh hali içinde değildi ama onun cesur olmasını sağlayan şey de hissettiği korkuydu. Bunun yanında Recep'in girişilebilecek bütün riskli davranışlara ilk atılan kişi olması aklımıza bir soruyu getirmektedir. Recep, Albert Camus'nun Yabancı'sındaki Meursult karakterine mi yoksa Deleuze'ün Kapitalizm ve Şizofreni'sinde anlattığı organsız beden metaforuna (body without organs) mı benzemektedir? Atıldığı bütün işler 'bence bir, benim için farkı yok' düşüncesinin ürünü müdür yoksa arzularını, o an ne istiyorsa onu hiçbir süperego engeline takılmaksızın ortaya koymasını sağlayan kişilik yapısının sonucu mudur? Bu sorunun cevabının, eğer varsa, serinin sonraki filmlerinde açığa çıkartılacağı düşünüyorum.
Recep ve arkadaşı Kenya'da kaldıkları ilk gece bir yanlış anlaşılmaya maruz kalırlar. Obada Recep ile Nurullah'ın eşcinsel bir ilişki yaşadıklarına dair bir söylenti yayılır. Tur rehberi de onlarla konuşurken bununla üstü kapalı dalga geçer. Aynı zamanda 'biz kimsenin tercihine karışacak değiliz,' der. İşte bu da yönetmenin bu gibi olgulara karşı toplumun ikiyüzlü bir tavır takınmasına yönelik ortaya koyduğu bir taşlamadır. Rehber bir yandan dalga geçerken diğer yandan kimsenin tercihine karışmayacağını belirterek karşısındaki insanları her halükarda bir çıkmaza sürüklemektedir. Toplumun birey karşısında ortaya koyduğu gibi.
Kafile, obadan ayrılıp rehber kontrolünde Kenya gezisine başlar. Bu sırada bindikleri araçta Recep'i bir karın ağrısı tutar ve arabadan inmesi gerektiğini söyler. Rehber bunun çok tehlikeli olacağını, etrafta yırtıcı hayvanların olduğunu belirtse de Recep'in ağrıları dayanılmaz bir hal aldığı için kendini arabadan dışarı atar ve bir çalılığa, ihtiyacını görmeye gider. Bir süre sonra kafile 'büyük göçü kaçıracağız,' diyerek Recep'i arkadaşı Nurullah'la birlikte orada bırakır. Bu kararda 'eğer göçü kaçırırsak şirketinizi mahvederim, benim kocam İstanbul'un en iyi avukatı,' diye bağıran orta yaşlı kadının etkisi de büyüktür. Bu kadın, toplumun kaymak tabakasını oluşturan ve kendi istekleri için başkalarının feda edilebileceğini çok kolay bir şekilde meşrulaştıran kitlelerin sahip olduğu burjuva etiğini sembolize eder. Recep ve arkadaşını tehlikeli bir yerde bırakırlar ve 'burada bekleyin biz dönüp sizi alacağız,' derler. Bu da meşrulaştırmanın en kritik noktasıdır çünkü kişi esasında kötülük yaptığını düşünmez.
Recep ve Nurullah, filmin bu aşamasından sonra bir süre vahşi doğada hayatta kalma mücadelesi verir. Ertesi sabah uyandıklarında yanlarında bir goril vardır ve bu gorille bir kavgaya girişirler. Bu sırada, oraya araştırma yapmak için gelen Batılı bilim insanları onları uzaktan izlemektedir. Hem gorili, hem de kahramanlarımızı iğneyle etkisiz hale getirirler. İşin garibi Recep ve arkadaşının da bir tür maymun olduğunu düşünürler ve onları gorille birlikte bir deney alanına alırlar. Recep deney süresince elinden geldiğince kendilerinin insan olduğunu anlatmaya çalışsa da araştırmacılar bunu anlamaz. Bu sahne de yönetmenin tabiri caizse 'kör göze parmak' derecesinde belli ettiği paradigma körlüğü meselesine yaptığı ikinci göndermedir. Araştırmacılar mevcut anlayışlarını hiç değiştirmeden, verileri incelerler fakat ölçtükleri değişken başlı başına sorunludur. Bunun bir bilimsel araştırma bağlamında sunulması da tesadüfi değildir çünkü bilimdeki 'hipotez körlüğü' olgusu da aynı fikre gönderme yapmaktadır.
Öte yandan yapılan testlerde gorilin Recep ve Nurullah'tan belirgin şekilde daha başarılı olması da yönetmenin eğitim sisteminin çarpıklığına yönelttiği bir eleştiri olarak yorumlanabilir. Başarıyı değerlendirdiğiniz belli ölçütler kimi sınıflara 'kendiliğinden' bir avantaj sağlıyorsa, o ölçütlerin tekrar gözden geçirilmesi gerekir.
Recep ve arkadaşı gorille işbirliği yaparak kapatıldıkları kafesten çıkarlar. Burada gorille yapılan işbirliği yönetmenin izleyiciye 'doğadan faydalanmak istiyorsan ona muhalif değil, arkadaş olacaksın,' şeklinde verdiği bir mesaj olabilir. İnsan bazen doğayı tahrif ederek refaha ereceğini sanar ama kendisi de doğanın bir parçasıdır ve esas kendini tahrif ettiğinin bilincinde değildir. Özellikle Dipsiz Göl meselesinin gündemi meşgul ettiği şu günlerde yapılan bu gönderme gayet yerindedir. Karakterlerimizin bu eylemi yine kendi türüne karşı yapması da enteresan bir durumdur, bireyin birey olarak kabul edilmediği bir ortama entegre olmaktansa bu sistemden kendini tamamen çıkarmayı tercih etmesine bir örnektir.
Gorille yolları ayıran kahramanlarımız, vahşi bir kabilenin köyüne rastlarlar ve köye girip dertlerini anlatmaya çalışırlar. Buradan itibaren film başka bir yöne evrilir ve izleyiciye Tolstoy'un şu sözünü hatırlatır: "Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." Bu filmde ikisi de mevcuttur.
Nahu kabilesi Recep ve arkadaşını hemen kabul etmez. Geri kalmış toplumların ortaya koyduğu bir refleks olarak, bilinmeyene karşı nedensiz bir öfke beslerler ve onları ortadan kaldırmaya çalışırlar. Bu iki kafadarı idam etmeye karar verirler. Tam idam gerçekleşeceği sırada Recep kabilenin kutsal varlığının (Tanrı olup olmadığı net bir şekilde belirtilmiyor fakat kutsal bir konumda olduğu kesin) heykelini görür ve kendisine çok benzediğini fark eder. Bu sayede kabile idamdan vazgeçer ama bir gün içerisinde Recep bir mucize gösteremezse tekrar idam edileceğini belirtirler. Bu sahne açık bir şekilde toplumun yabancıyı salt işlevsellik gözlüğü üzerinden değerlendirmesine güzel bir örnektir. Ülkemizde de kimilerince yapılan 'göçmenler içindeki doktorları, mühendisleri, akademisyenleri alalım; geri kalanları gönderelim' şeklindeki görüşlere yapılan bir eleştiriyi bu sahnede görürüz. İşimize yarıyorsa yabancı kabulümüzdür fakat aksi takdirde bizden uzak olsa daha iyi olur.
Recep bir şekilde kabile üyelerine bir mucize gösterir ve artık onlardan biri olmuştur. Kabileyle kaldığı kısa sürede reisin oğlunun düşman kabilenin reisinin kızına aşık olduğunu öğrenir ve onların evlenmesi için çaba sarf eder. Hem bunu hem de düşman iki kabilenin birbiriyle barışmasını sağlar. Düğünün yapıldığı sahnede Türk askeri onları bulur ve artık Recep için esas memleketine dönme vakti gelmiştir. Her ne kadar bu ilkel kabilede yüksek bir konum elde etmiş olsa da ve geldiği toplumda hiçbir yerde kabul edilmeyen biri olsa da Recep, evine seve seve döner. Askerlere çok içten bir şekilde sarılır. Bu da bizi 'ev' kavramı üzerine biraz düşünmeye iter. Ev her zaman iyi değildir, her anlamıyla kendimizi huzurlu ve mutlu hissedemiyor olabiliriz. Ama şurası bir gerçek ki evde kendimizi tam anlamıyla 'ben' olarak hissederiz. Ve film de böylece son bulur.
Kahramanımız Recep babaannesinden kalma evinde, ondan kalan parayla yaşamını sürdürürken bir gün kapısı çalar ve Karaambar Kamyoncular Derneği'nin düzenlediği kuru fasulye şenliğine davet edildiğini öğrenir ve bu davet Recep'i oldukça sevindirir. Recep hiç vakit kaybetmeden bu sevincini en yakın arkadaşı Nurullah'la paylaşır ve kendisine eşlik etmesini ister.
Nurullah başta çeşitli bahanelerle gelmek istemediğini belirtse de sonunda arkadaşını yalnız bırakmak istemez, Recep'le Konya'ya gitmeyi kabul eder. Nurullah'ın içinde bulunduğu çatışma üzerinden yönetmen esasında postmodern dünyada bireyin özgürleşme çabalarının sonuçsuz kalışını ve yine belli ölçülerde bir şeylere tutsak olacağını izleyiciye inceden sezdirir. Birey arkadaşlarını seçer, seçemediği ögelerin baskısından kurtulmak adına istediği şeyleri yapabileceği insanlarla yakın ilişkiler kurar ama bir süre sonra dostlarının da kendisini bir tahakküm aracı olarak görebileceğini fark eder. Yine de bu ilişkilerden çıkamaz. İnsan özgür hissetmek için bile diğerlerine muhtaçtır ve bu dilemma bireyi çıkmaza sürükler.
Nurullah'ın teklifi kabul etmesinin ardından Konya seyahatinin planlanmasına geçilmiştir. Ve bu iş için Nurullah tur şirketinde çalışan yeğenini arar. Yeğeni Konya'yı Kenya olarak algılayıp Recep ve Nurullah'a bir Kenya seyahati planlar. Bu süreçte Kenya'ya giderken uygulanan belli prosedürler devreye konur: pasaport hazırlama, aşı olma, uçak seyahatinin uzunluğu vs. Ama kahramanlarımız yine de bir yanlışlık olduğunun farkına varmazlar. İşte bu nokta yönetmenin filmde birkaç defa daha değindiği paradigma körlüğü meselesine yapılmış bir göndermedir. Kahramanlarımız tüm gariplikleri mantıklı olduklarını düşündükleri bir noktaya bağlarlar. Pasaportun istenmesini 'OHAL var, devlet güvenlik sebebiyle istemiş olabilir' diyerek akla yatkın bir hale getirirler. İnsanların çoğu da böyledir işte. Bir resme bakarlar ve resimde sadece kendi inanç ve düşüncelerini doğrulayacak noktalarla ilgilenirler. Sözgelimi bir dindara göre pek çok şey kıyamet alametiyken bir marksiste göre her şey proleter devrim ile sonuçlanacak bir sürecin doğal sebepleridir.
Kahramanımız Recep havalimanında aşı olma sırasında aşıdan korktuğunu fazlaca belli etmiştir ve bir ilkokul çocuğu gibi ağlamıştır. Fakat bu karakterimizin filmin ileriki sahnelerinde bir pitonla güreştiğini veya ateşin üstünde yürüdüğünü de görürüz. Havalimanındaki hemşireler Recep'in dünyadaki en korkak insan olduğunu düşünürken onun ateş üstünde yürüdüğüne şahit olanlar ne kadar cesur biri olduğunu hayranlıkla ifade etmişlerdir. Bu durum hem diyalektik çıkarımlar yaparken daha dikkatli olmamız gerektiğini ortaya koymakla beraber cesaret ile ilgili genel kanının kırılmasını sağlamaktadır. Diyalektik açısından bakacak olursak cesaret ve korkaklık birbirinin zıttı olan iki kavramdır. Ama öznel bir bakış açısı birinin korkak mı yoksa cesur mu olduğunu teşhis etmede başarılı olduğunu zannetmesine rağmen başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Mesnevi'de de geçen meşhur fil hikayesinde denildiği gibi bir varlığın o an hangi yönüyle meşgul etseniz onu hakikat bellersiniz ve hata yaparsınız. Halbuki gestalt psikolojisinin de temel düsturunda ifade edildiği gibi 'bütün, parçaların toplamından farklıdır.'
Cesaret sorgulanması gereken bir kavramdır ve yönetmen bu sorgulamayı Recep karakterini kullanarak izleyiciye aktarır. Ünlü bir bilgenin de dediği gibi, 'cesaret bütün korkulara rağmen bilinmeyene adım atmaktır.' Recep karakteri yılanla mücadele ederken de düşman kabilenin ovasını basarken de korkusuz bir ruh hali içinde değildi ama onun cesur olmasını sağlayan şey de hissettiği korkuydu. Bunun yanında Recep'in girişilebilecek bütün riskli davranışlara ilk atılan kişi olması aklımıza bir soruyu getirmektedir. Recep, Albert Camus'nun Yabancı'sındaki Meursult karakterine mi yoksa Deleuze'ün Kapitalizm ve Şizofreni'sinde anlattığı organsız beden metaforuna (body without organs) mı benzemektedir? Atıldığı bütün işler 'bence bir, benim için farkı yok' düşüncesinin ürünü müdür yoksa arzularını, o an ne istiyorsa onu hiçbir süperego engeline takılmaksızın ortaya koymasını sağlayan kişilik yapısının sonucu mudur? Bu sorunun cevabının, eğer varsa, serinin sonraki filmlerinde açığa çıkartılacağı düşünüyorum.
Recep ve arkadaşı Kenya'da kaldıkları ilk gece bir yanlış anlaşılmaya maruz kalırlar. Obada Recep ile Nurullah'ın eşcinsel bir ilişki yaşadıklarına dair bir söylenti yayılır. Tur rehberi de onlarla konuşurken bununla üstü kapalı dalga geçer. Aynı zamanda 'biz kimsenin tercihine karışacak değiliz,' der. İşte bu da yönetmenin bu gibi olgulara karşı toplumun ikiyüzlü bir tavır takınmasına yönelik ortaya koyduğu bir taşlamadır. Rehber bir yandan dalga geçerken diğer yandan kimsenin tercihine karışmayacağını belirterek karşısındaki insanları her halükarda bir çıkmaza sürüklemektedir. Toplumun birey karşısında ortaya koyduğu gibi.
Kafile, obadan ayrılıp rehber kontrolünde Kenya gezisine başlar. Bu sırada bindikleri araçta Recep'i bir karın ağrısı tutar ve arabadan inmesi gerektiğini söyler. Rehber bunun çok tehlikeli olacağını, etrafta yırtıcı hayvanların olduğunu belirtse de Recep'in ağrıları dayanılmaz bir hal aldığı için kendini arabadan dışarı atar ve bir çalılığa, ihtiyacını görmeye gider. Bir süre sonra kafile 'büyük göçü kaçıracağız,' diyerek Recep'i arkadaşı Nurullah'la birlikte orada bırakır. Bu kararda 'eğer göçü kaçırırsak şirketinizi mahvederim, benim kocam İstanbul'un en iyi avukatı,' diye bağıran orta yaşlı kadının etkisi de büyüktür. Bu kadın, toplumun kaymak tabakasını oluşturan ve kendi istekleri için başkalarının feda edilebileceğini çok kolay bir şekilde meşrulaştıran kitlelerin sahip olduğu burjuva etiğini sembolize eder. Recep ve arkadaşını tehlikeli bir yerde bırakırlar ve 'burada bekleyin biz dönüp sizi alacağız,' derler. Bu da meşrulaştırmanın en kritik noktasıdır çünkü kişi esasında kötülük yaptığını düşünmez.
Recep ve Nurullah, filmin bu aşamasından sonra bir süre vahşi doğada hayatta kalma mücadelesi verir. Ertesi sabah uyandıklarında yanlarında bir goril vardır ve bu gorille bir kavgaya girişirler. Bu sırada, oraya araştırma yapmak için gelen Batılı bilim insanları onları uzaktan izlemektedir. Hem gorili, hem de kahramanlarımızı iğneyle etkisiz hale getirirler. İşin garibi Recep ve arkadaşının da bir tür maymun olduğunu düşünürler ve onları gorille birlikte bir deney alanına alırlar. Recep deney süresince elinden geldiğince kendilerinin insan olduğunu anlatmaya çalışsa da araştırmacılar bunu anlamaz. Bu sahne de yönetmenin tabiri caizse 'kör göze parmak' derecesinde belli ettiği paradigma körlüğü meselesine yaptığı ikinci göndermedir. Araştırmacılar mevcut anlayışlarını hiç değiştirmeden, verileri incelerler fakat ölçtükleri değişken başlı başına sorunludur. Bunun bir bilimsel araştırma bağlamında sunulması da tesadüfi değildir çünkü bilimdeki 'hipotez körlüğü' olgusu da aynı fikre gönderme yapmaktadır.
Öte yandan yapılan testlerde gorilin Recep ve Nurullah'tan belirgin şekilde daha başarılı olması da yönetmenin eğitim sisteminin çarpıklığına yönelttiği bir eleştiri olarak yorumlanabilir. Başarıyı değerlendirdiğiniz belli ölçütler kimi sınıflara 'kendiliğinden' bir avantaj sağlıyorsa, o ölçütlerin tekrar gözden geçirilmesi gerekir.
Recep ve arkadaşı gorille işbirliği yaparak kapatıldıkları kafesten çıkarlar. Burada gorille yapılan işbirliği yönetmenin izleyiciye 'doğadan faydalanmak istiyorsan ona muhalif değil, arkadaş olacaksın,' şeklinde verdiği bir mesaj olabilir. İnsan bazen doğayı tahrif ederek refaha ereceğini sanar ama kendisi de doğanın bir parçasıdır ve esas kendini tahrif ettiğinin bilincinde değildir. Özellikle Dipsiz Göl meselesinin gündemi meşgul ettiği şu günlerde yapılan bu gönderme gayet yerindedir. Karakterlerimizin bu eylemi yine kendi türüne karşı yapması da enteresan bir durumdur, bireyin birey olarak kabul edilmediği bir ortama entegre olmaktansa bu sistemden kendini tamamen çıkarmayı tercih etmesine bir örnektir.
Gorille yolları ayıran kahramanlarımız, vahşi bir kabilenin köyüne rastlarlar ve köye girip dertlerini anlatmaya çalışırlar. Buradan itibaren film başka bir yöne evrilir ve izleyiciye Tolstoy'un şu sözünü hatırlatır: "Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." Bu filmde ikisi de mevcuttur.
Nahu kabilesi Recep ve arkadaşını hemen kabul etmez. Geri kalmış toplumların ortaya koyduğu bir refleks olarak, bilinmeyene karşı nedensiz bir öfke beslerler ve onları ortadan kaldırmaya çalışırlar. Bu iki kafadarı idam etmeye karar verirler. Tam idam gerçekleşeceği sırada Recep kabilenin kutsal varlığının (Tanrı olup olmadığı net bir şekilde belirtilmiyor fakat kutsal bir konumda olduğu kesin) heykelini görür ve kendisine çok benzediğini fark eder. Bu sayede kabile idamdan vazgeçer ama bir gün içerisinde Recep bir mucize gösteremezse tekrar idam edileceğini belirtirler. Bu sahne açık bir şekilde toplumun yabancıyı salt işlevsellik gözlüğü üzerinden değerlendirmesine güzel bir örnektir. Ülkemizde de kimilerince yapılan 'göçmenler içindeki doktorları, mühendisleri, akademisyenleri alalım; geri kalanları gönderelim' şeklindeki görüşlere yapılan bir eleştiriyi bu sahnede görürüz. İşimize yarıyorsa yabancı kabulümüzdür fakat aksi takdirde bizden uzak olsa daha iyi olur.
Recep bir şekilde kabile üyelerine bir mucize gösterir ve artık onlardan biri olmuştur. Kabileyle kaldığı kısa sürede reisin oğlunun düşman kabilenin reisinin kızına aşık olduğunu öğrenir ve onların evlenmesi için çaba sarf eder. Hem bunu hem de düşman iki kabilenin birbiriyle barışmasını sağlar. Düğünün yapıldığı sahnede Türk askeri onları bulur ve artık Recep için esas memleketine dönme vakti gelmiştir. Her ne kadar bu ilkel kabilede yüksek bir konum elde etmiş olsa da ve geldiği toplumda hiçbir yerde kabul edilmeyen biri olsa da Recep, evine seve seve döner. Askerlere çok içten bir şekilde sarılır. Bu da bizi 'ev' kavramı üzerine biraz düşünmeye iter. Ev her zaman iyi değildir, her anlamıyla kendimizi huzurlu ve mutlu hissedemiyor olabiliriz. Ama şurası bir gerçek ki evde kendimizi tam anlamıyla 'ben' olarak hissederiz. Ve film de böylece son bulur.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil